Tüm dünya cinsiyet algısına yönelik konularla çalkalanıyor. Disney filmlerindeki mesajlara dair YouTube videoları, Brangelina çiftinin kızı Shiloh’nun nasıl yetiştirildiği, Orta Doğu’da kadınların okullara alınmayışı, Barbie filminin ana odağı, kadının siyasette ve özel sektörde temsili, eşit ücret meselesi, her gün Instagram’da sayısız şekilde paylaşılan “eril-dişil” dengesi teşhis ve tedavileri…
Cinsiyetlere ve cinsiyet rollerine karşı algımızı kaybetmiş durumdayız. Bunun politik yansımaları da oldukça karmaşık ve şiddetli oluyor. Bu alanda politika üretmenin en az milli bütçe görüşmeleri kadar yorucu ve diken üstü olduğu kesin.
Toplumu bu kadar ilgilendiren, bireysel yaşamlarımıza, ilişki durumlarımıza ve çocuklarımızı yetiştirme tarzımıza etki eden kadın-erkek rolleri tartışmasını kıyaslamalı iki pencereden yorumlamak istiyorum.
Hayao Miyazaki bugün artık 82 yaşında. Japonya’da da, dünyada da kadın erkek ilişkilerinin bugünden çok daha farklı kurgulandığı bir zamanın temsilcisiydi. Dünyanın en çok bilinen ve sevilen anime üreticisi olarak kurguladığı fantastik tarafları da olan karakterlerin Japon kültüründeki kız-oğlan tanımlarına uygun olması kadar sıra dışı tarafları da vardı. Her şeyden önce epeyce ataerkil bir kültür olan Japon kültürünün çatısı altında (Öyle ki Kiyoto’da bir erkeklik uzvu tapınağı ve yıllık festivali var) güçlü, egemen, mücadeleci kadın karakterler ve kız çocuklarını birçok filminde baş role oturtmasıyla belirgin bir ün edindi.

Nitekim afişler üzerinden yapılan bir araştırmada Disney animasyon afişlerinde kadın temsilinin bireyselleşen, özgürlüklerinin peşinden giden bir kimlik yapısına dönüştüğü gözlemlemlenirken Hayao Miyazaki animasyon filmlerinde kadın karakterlerin genel itibariyle güzellik dayatmasına tabi tutulmayan, erkek kahramana ihtiyaç duymayan hatta kurtarıcı rolünde konumlandırıldığı bir kimlik yapısına sahip olduğu sonucuna ulaşılmış.*
Carl Gustav Jung, Anima ve Animus kavramlarından söz ederken birini diğerine yeğ tutmaz. Animus kadının bilinçdışındaki erkek tarafıyken, anima da erkeğin bilinçdışındaki kadın yanını tarifler. Jung, erkek yanı ile kadınsı yanını dengeleyen kadınların çok daha adil, gerçekçi, mücadeleci ama aynı zamanda tüm dişil özelliklerini de koruyabilen, abartıdan uzak kişiliklere sahip olacağından söz eder. Diğer yandan erkeğin de bilinçdışındaki kadın yanını dengelediğinde merhametli, anlayışlı ama erkeksi yanını koruyan bir yapıya kavuşacağını düşünür. İşte Miyazaki’nin karakterleri bu dengeyi bulmuş yahut bulamadığı için yan karakterlerde irdelenmiş kişiliklere sahiptir.
Fatma Sönmez makalesinde şöyle açıklar bu durumu; Toplumsal cinsiyet rolleri açısından bakıldığında ise kadın karakterler güzelliklerinden ziyade kişilikleri ile ön plana çıkmakta, toplumun beklediği kadınsılık özelliklerini kısmen de olsa taşırken aynı zamanda toplumdaki erkeksi olarak kabul edilen rolleri de taşımaktadır. Sophie hem şevkatli, anaç hem de cesur, güçlü bir karaktere sahiptir. Howl da aynı şekilde toplumsal cinsiyet rolleri açısından hem kadınsı hem erkeksi rolleri taşımaktadır. Burada ne cinsiyet ne de güzellik, karakter için yordayıcı bir özellik değildir, ancak düşünce ve davranışların kişiliğinin gelişmesine neden olduğu fikri vardır. Bu, sadece Yürüyen Şato’ya özgü değildir. Miyazaki’nin diğer animelerinin altında da bu fikir yatar. **
Aren Merve Atakan ise “Shonen yani genç erkek çocuk anlamına gelen karakter tasvirleriyle yönetmen, yolculuğa çıkma metaforuyla olgunlaşma ve kendini gerçekleştirme temalarını derinlikli olarak işlemektedir. Hayao Miyazaki, cesur, güçlü, bağımsız ve özgür dişil öğeleri erotizmden uzak bir duruş ile sergilemektedir. Japon anime ve mangalarında Shojo kavramına denk gelen bu dişi kahramanlar; küçük dişi manasındadır ve tam olarak çocukluk ile ergenliğin izahın ifadesidir” der.*** Japon kültüründeki bu iki cinsiyet kavramı filmlerinde yeniden yoğrularak karşılık bulur. Shojo’ları cesur, mücadeleci ve dişiliklerini yitirmemiş genç kadınlar, kız çocuklarıyken, Shonen’leri saygın, savaşçı ama merhametli, duygusal genç erkekler ve oğlan çocuklardır.
Rüzgarlı Vadi‘de baş roldeki genç kadın Nausicaä’ya yardım eden karakterler arasında cinsiyet çeşitliliği vardır. Kahin büyükanne kadındır, dedesi gibi sevdiği Lord Yupa, birlikte savaştığı askerler ve Pejite’li arkadaşı Asbel erkektir. Onu Pejite uçağından Asbel ve uçaktaki Pejiteli kadınlar birlikte kurtarırlar, Tormeikin askerleri tarafından alıkonulan Rüzgârlı Vadi’nin ileri gelen erkekleri ona ihanet etmezler, Tormeikin prensesi ise Nausicaä gibi genç bir kadın olmasına rağmen hırslarına yenik düşmüş ve kısmen mutantlaşmış bir karakterdir. Filmin toplumsal cinsiyet kodlaması bu açıdan komplike ve açık ufukludur.

Nausicaä’nın doğayla kurduğu yakın ilişkide sezgilerinin rolü büyüktür. Doğurganlığın bahşettiği bir anaçlıkla doğaya yaklaşmakta, böcek dostlarıyla samimi bir iletişim kurabilmektedir. Ölmüş ağaçların ruhunu, suyun ve toprağın hikâyesini laboratuvarında yaptığı deneylerden çok doğrudan doğayla kurduğu temasla keşfeder. İnsanı doğanın dolayımından, doğayı insanın dolayımından geçerek tanır ve sever. Gözyaşı akıtmaktan ya da sevdikleri için kendi canını yakmaktan çekinmez. Daha temel bir çerçevede düşünüldüğündeyse Miyazaki’nin kadın temsiliyetinin çağrıştırdığı değerlere verdiği önemi işaret eder; sevgi, merhamet, sezgi, doğallık, doğurganlık, anaçlık vs. Bütün bunların birleşimi olarak kendiliğinden ortaya çıkan güç ise kaba güçten farklı bir yapıcılığı ve yaratıcılığı kapsamaktadır.****
Prenses Mononoke filminde ise üç etkin dişi karakter bulunuyor: Silah üreten fabrikanın sahibi Eboshi, kurt kız San ve onun annesi kurt Moro. –Ayrıca “doğa” da dişidir- Geleneksel dişi stereotipilerine kıyasla farklı olan karakterler cinsiyet açısından nötr bir düzlemde yer alır. Eboshi bir tarafta dışlanmışlara –fahişeler, cüzamlılar- yardım ederken diğer taraftan ormanı yerle bir etmeyi planlar. Kurt Moro bilge, cesur bir anneden daha çok acımasız bir katildir. San ise şiddetini söndüremeyen tek yönlü bir bakış açısına sahiptir. Miyazaki’nin üç kadın karakteri sert bir gerçekçilikte ele alması kuşkusuz önemlidir, ayrıca bu karakterler özünde iyidir. Ancak şartlar ve varoluş çabaları onları dönüştürmüş ya da kendilerini savunmak zorunda bırakmıştır.

Bu nedenle mit dediğimiz anlatıların bir bakıma Freud anımsamalarına dönüşmüş olması manidardır. Diğer taraftan Miyazaki’nin Eboshi’yi filmin sonunda öldürmemiş olması da yapıbozumcu bir katarsisdir. Tıpkı Melville gibi Miyazaki de Eboshi’yi utanç içinde bırakır ancak onu yargılamaz. Öte yandan izleyici kötüyü cezalandırma fırsatı bulamaz hatta yaptıklarını anlamlı bir düzleme oturtturur. İzlediğimiz geleceğin inşası için şart olunan dişinin bir mücadelesidir. Eğer filmden çıkarım yapacak olursak sadece Japonya’da değil tüm dünyada yaşanmış bir dönüşümü ekrana yansır. Yaşanan tahribat gerçektir. Sanayi dönüşümü vaat edildiği şekilde yemyeşil ormanlar, yeraltı kaynakları, sağlıklı yapılaşma, birbirine hoşgörülü insanlar ve yüksek demokrasi standartlarıyla olmamıştır. ***** Miyazaki filmlerinde sanayi devrimiyle ve Japonya’nın yüzleştiği korkunç savaşla yaşanan büyük doğa krizini kadın karakterleri üzerinden okumuş ve çözümü onlarda görmüştür. Mononoke San ve Nausicaa bunun iki büyük örneğidir.
Miyazaki’nin genç erkek ve oğlan çocuğu karakterleri de muhteşem birer rol modeldir. 10 yaşında bir erkek çocuğu annesi olarak 5 yaşından bu yana oğlumla Miyazaki filmlerini sayısız kez izleme nedenim de günümüz dünyasında hızla kaybolan merhametli, ama savaşçı, koruyucu ama sınırlara saygı duyan, inandıklarının ve istediklerinin peşine düşen ama durması gereken noktayı tayin edebilen sabırlı, saygılı, sevgi dolu, mesafe sahibi yani dengede bir erkek resmi sunabilmesidir. Özellikle Prenses Mononoke filminde lanetlenerek kendini bulma yolculuğuna çıkan genç Prens Ashitaka her anlamda değerli bir rol modeldir.

Gündüz Kuşağı programlarından sonra sosyal medyada hızla yükselen bir trend olarak dişil enerji-eril enerji önermelerinin insanları kuşattığı, türlü tariflerle dişil enerji yükseltme öğretilerinin yayıldığı; bir erkeğin nasıl ERKEK olacağının bolca anlatıldığı yeni furya arasında insanların cinsiyetleri ve ikili ilişkileri arasında hepten sıkıştığını düşünüyorum. Üstelik bu izdüşümlerin cinsiyet politikaları üretilirken kötü bir ezber olarak iki ayrı uç noktada savunucu topladığını da. Oysa Jung’ın anima-animus kavramlarıyla GERÇEKTEN kast ettiği ve Miyazaki’nin örneklediği düzlemde yetişmiş kişiliklerin dünyaya çok şey katacağına inanıyorum.
* Kadın Kimliği İnşasının Animasyon Filmlerine Yansımaları: Disney ve Hayao Miyazaki Filmleri Üzerine Bir Analiz – Hilal TAŞKIN – Ayda SABUNCUOĞLU İNANÇ
****Rüzgârlı Vadi’de Kadın Mesih İmgesi: Tahakküm mü, Dostluk mu? – Havva Yılmaz
***** Evrensel Gazetesi 2014 Gökhan Gök


Yorum bırakın